
Günümüz siyasetinin en önemli ve ayırdedici özelliklerinden biri çeşitli gruplarca ortaya atılan kimlik ve tanınma talepleri ve bunların yoğunluğudur. Kimlik, Soğuk Savaş sonrası sosyal bilimlerin en popüler ve can alıcı konularından birini teşkil etmektedir.
“Avrupa`yı kurduk; şimdi sıra Avrupalıları yaratmaya geldi”. Bu söz, Avrupa`nın bugün karşı karşıya kaldığı çıkmazın en güzel ifadelerinden birisidir. Avrupa Birliği, uluslarüstü bir yapılanma olarak en temel üç entegrasyonu eşzamanlı olarak yaşamaktadır. Bunlar kültürel, siyasi ve ekonomik entegrasyonlardır. Uluslarüstü bir yapı için üçü de hayati öneme sahiptir. AB`nin siyasi ve ekonomik alanlarda olduğu gibi kül-türel entegrasyonu açıklayan resmi bir yaklaşımı söz konusu değildir. Kimin kültürü resmi kültür olacaktır, kiminki ikincil kalacaktır? Hangi kültür kabul edilecek, hangisi gizlenecektir? Kimin tarihi hatırlanacak, ki-minki unutulacaktır?
1856 Paris Anlaşması`nda gerçek anlamda modern
Avrupa müesseselerinin ve sınırlarının temelleri atılmıştır.
Türkiye de o kongrede
Avrupa devleti olmuş-tur. AB üyesi olmasa da halen
Avrupa devletidir. Türkiye`nin son olarak 17 Aralık 2004`te AB `ne katılım müzakerelerine başlaması kararıyla yeni bir döneme girdiği konusunda herkes hemfikirdir.
Avrupa Birliği ileilişkilerin bundan sonra Türkiye`nin hem dış politikasını hem iç politikasını birinci dereceden etkileyeceği açıktır. Ancak bu noktada üzerinde durulması gereken sorular şunlardır: Türkiye`nin
Avrupa ile bundan sonraki ilişkileri tarihsel olarak günümüze kadar olan
algılamanın dışında mı gerçekleşecektir?
Avrupa kültürü ve kimliği ile
Türk kültürü ve kimliği entegre ola-bilecek midir? Yetmiş milyona yaklaşan nüfusu olan bir Müslüman ülke
Avrupa oluşumunda nasıl “hazmedilecektir”? Yoksa aynı değerler
siyasal anlamda bütünleşmekte olan
Avrupa için bir zenginlik unsuru haline mi gelecektir? Bu çalışmada bu sorulara yanıt aranmaya çalışılacaktır.
Tamamı için tıklayınız.